HATTAT KUDDUSİ DOĞAN: HAT AŞKINA İMAM HATİP'TE DÜŞTÜM

 

Hattat Kuddusi Doğan’la Yedi Güzel Adam Edebiyat Müzesi’nde açtığı ve 32 eserinin yer aldığı sergisinde tanıştık. Ondan hat sanatının incelikleriyle birlikte çocukluk yıllarının Kahramanmaraş’ını dinlemek istediğimizi söyledik. Hocanın, sanatçılara özel olan bakış açısı, anlattığı her şeyde kendini gösteriyordu.

 

Kıymetli hocam, Kuddusi Doğan’ı kendi dilinden öğrenmek istesek, bize neler anlatırsınız?

 

Eyvallah… Özetle söylemek gerekirse 1965 yılında Andırın’ın Alınoluk köyünde doğmuşum. İlkokulu köyümüzde okuduktan sonra Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesini, ardından bir yıl kadar Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu'nda okuduktan sonra Selçuk Üniversitesi Konya İlahiyat Fakültesi'ni bitirdim ve aynı fakültede İslam Felsefesi alanında yüksek lisans yaptım. Fakültede okurken 1988 yılında bir camide müezzin olarak ilk resmi görevime de başlamış oldum ve bir yıl sonra da evlendim. Sonra Diyanet’in Konya’da ikincisini açtığı Selçuk Eğitim Merkezi'ni -ki birincisi İstanbul Haseki Eğitim Merkezi'dir- bitirerek ilçe müftüsü oldum. Narman, Sumbas, Nurdağı, Cihanbeyli ve Şabanözü gibi ilçelerde müftülük yaptım. 2003-2007 yıllarında Almanya’nın Schwandorf ve Nürnberg şehirlerinde din görevlisi olarak çalıştım. Sonra baktık bu göçebe hayatının sonu yok, artık biz de yerleşik hayata geçelim dedik ve Konya’ya yerleşmiş olduk. Şimdi burada vaizlik yapıyorum ve yazı yazmaya ve sanatsal çalışmalara daha çok fırsat ve zaman bulabiliyorum şükür. Havva hanımla kurduğumuz evliliğimizden Perihan, Muhammed İkbal ve Neslihan adlarında üç evladımız var.

 

Çocukluk ve gençlik yıllarınızın Andırın ve Kahramanmaraş’ını merak ediyoruz. Bize biraz söz eder misiniz?

 

Çocukluğumuzun Andırın’ı şimdikinden daha küçük, Torosların doğuya doğru uzanan kolları arasında yemyeşil bir Anadolu kasabası, daha doğrusu yaylası, insanların genellikle ticaret, küçük çapta tarım ve hayvancılıkla uğraştığı, sanayinin olmadığı, ziraat alanlarının az olması sebebiyle okuyanlarının çok olduğu bir güzel memleket. Çocukluğumuzda bizim de bir miktar davarımız, orada burada ekip biçtiğimiz tarlalarımız vardı.

 

Andırın bugün de küçük sayılır ama aslında nispeten entelektüel insanların, memurların, bürokratların ve samimi din adamlarının çıktığı mümbit bir yer. Mesela o civarda pek duyulmayan Kuddusi adını bana veren İstiklâl gazisi dedem Ali Efendi (Dalkıran) benim tanıdığım kadarıyla gerçek bir sûfî idi.

 

İsmimi çok seviyorum bu arada… Seksenli doksanlı yıllarda İkindi Yazıları’nı yayınlayan rahmetli Mehmet Ali Zengin (Nedim Ali) hatırlamamız gereken güzel insanlardandı. Mevlana İdris’in ağabeyi kendisi malûm. Fırsat buldukça Bilal Öksüz’ün Hayber Kitabevine uğrar, yeni gelen dergi ve kitapları okumaya çalışırdık. Özellikle Yedi Güzel Adam dediğimiz Sezai Karakoç, Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören gibi şair ve yazarların eserlerini, Mavera dergisini burada görür okurduk. Köylüler Cuma günü mutlaka ilçeye akın ederler ve Merkez Camide verilen vaazları pürdikkat dinlerler ve öbür cumaya kadar onu konuşur ve yorumlar yaparlardı. Özellikle Şam’da okumuş, hem bir alim hem de bir halk adamı olan rahmetli Hasan Tor hocamızın sohbetleri Andırın’ın manevi ikliminde güzel bir esinti olurdu. Köyümüzün muhtarlığını da yapan rahmetli dedem ve sonra babam hocaları çok severler, zaman zaman evlerimize davet eder, komşuları da çağırır, sohbetler edilirdi. Bizler de çay kahve hizmetlerini görürken bu sohbetlere kulak misafiri olurduk.

 

Herhâlde bu yüzden olacak ki, ben daha ilkokulda iken komşumuz ve akrabamız olan Ömer Hocadan (biz Omar Hoca derdik) Kur’an ve tecvit öğrenmiştim, Rabbim kendisine gani gani rahmet eylesin. İlkokul bittiğinde babam daha önce ağabeyim Ali Doğan’ı kaydettirdiği Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesine beni de kaydettirmiş, birkaç parça eşya ile getirdi bizi Çınarlı Camiine bıraktı, caminin imamına da epey bir şeyler tembihleyip gitti. Maraş’ta bazı camilerde böyle köylerden kasabalardan gelen öğrencilerin kalabileceği öğrenci odaları/hücreleri vardı. Mesela Acemli Camii bu konuda başı çekiyordu ve tahmin ediyorum kırk elli öğrenci barındırıyordu. Bu camiler aynı zamanda imam hatipli gençlerin imamlık-müezzinlik gibi cami hizmetlerini öğrendiği bir nevi tatbikat camileriydi. Bizim kaldığımız Çınarlı Camii ise daha küçük, avlusunda devasa bir çınar ağacının bulunduğu, merhum Sütçü İmam’ın Fransız askerlerine ilk kurşunu attığı Uzunoluk Hamamına oldukça yakın, şirin bir avlusu ve zeytin bahçesi olan mütevazi bir yapıydı. Daha sonra buraya Sütçü İmam’ın türbesi yapıldı malûm. Biz oradayken yoktu. Fakat cemaatten Sütçü İmamın oğlu (veya torunu olmalı) bildiğimiz ak sakallı ak saçlı bir zat diğer bir odada birkaç kişiye Mızraklı İlmihal okurdu kış gecelerinde.

 

Hepsi de kendi köyümüzden beş arkadaş kalıyorduk biz bir odada. O yıllarda Andırın’dan, Türkoğlu’ndan ve civar köylerden bu şekilde okuyan çok talebe vardı. Biz okula başladık, gidip geliyoruz ama birkaç ay sonra meşhur “Maraş Olayları” patlak verdi. 1978 yılının Aralık ayında bir Cuma günü ortalık savaş alanına döndü. Birkaç günlük sıkıntıdan sonra kendimizi ağabeyimin de kaldığı İmam Hatip’in Batıpark’taki yatılı pansiyonuna attık. Düşünebiliyor musunuz, 12 veya 13 yaşındayız, olayların en kesif yaşandığı Uzunoluk caddesinde binlerce merminin atıldığı bir iç çatışmanın ortasında kalmışız. Tabii sonra sıkıyönetim ilan edildi, okullar tatil edildi, biz Andırın’a döndük, okullar sanıyorum mart ayında açıldı ve ikinci sınıftan itibaren biz de yatılı okuyarak 1985 yılında bitirdik okulu. dareci olarak merhum müdürümüz Sait Kırmacı; Necmeddin Gevri, Halil Kirişçi ve Mustafa Koyuncu, Naci Kahraman, Hüseyin Bahar, Yaşar Alparslan, birer kibarlık timsali Ali Haydar Kireççi ve Ferit Topçuoğlu zihnimde yer etmiş hocalarımızdandır. Arkadaşlarımız arasında çok başarılı olanlar vardı. Şimdi bakıyorum da bizim dönem İmam Hatip Liseleri son derece iyiymiş. Daha sonra her biri birer bilim adamı, akademisyen, şair, doktor, mimar, hukukçu olan arkadaşlarımız bizim sınıftan ve bizim dönemden çıktı. Mesela Prof. Mehmet Akif Kireççi, Prof. Mustafa Kısakürek, Prof. Orhan Doğan, onun ikizi Doç. Ayhan Doğan sınıf arkadaşlarımızdı, Prof. Kireççi ile biz beraber otururduk sırada. Şu anki rektör yardımcısı Prof. Kadir Saltalı aynı şekilde bizim dönemdeydi ve yatılıydı. Şair ve hukukçu Mevlana İdris, hattat Arif Yücel bizden bir sınıf ilerdeydiler. Şunu da zikretmeliyim, bizim Çınarlı Camiine çok yakın bir yerde Milli Türk Talebe Birliği’nin şubesi vardı ve biz zaman zaman oradaki sohbetlere ve ders çalışmaya giderdik. Maalesef 12 Eylül darbesiyle kapısına kilit vuruldu.

 

Hat Sanatına ilginiz nasıl başladı? İlahiyat Fakültesinde okurken, yazıyla uğraşan arkadaşlarınız var mıydı? Hangi hocalardan ders aldınız?

 

Biz İmam Hatipte okurken şiir ve edebiyata az çok ilgi duyar severdik. Necip Fazıl ve Sezai Karakoç az çok okuduğumuz üstatlardı. Ben roman okumayı da çok severdim, bazı yerli ve yabancı klasikleri burada okuduğumu hatırlıyorum. Ayrıca biz birkaç arkadaşla hafta sonları Musiki Derneğine gider, Klasik Türk Müziği meşklerine iştirak ederdik. Avukat Mehmet Onur ve rahmetli Memduh Cumhur Beyin yönettiği birkaç konserde biz de yer almıştık. Hat Sanatına gelince, kimi gazeteler Ramazan ayında bazı hat eserlerinin kopyasını ek olarak verir, biz de okumaya, anlamaya çalışırdık. Meşhur hattat Hamid Aytaç’ın adını duyardık. Bir gün babam bir Veda Hutbesi çerçeveletmiş, getirdi köydeki evimizin misafir odamıza astı, hutbenin en üst kısmında da bir tuğra vardı. Biz çocuk hâlimizle aşağıdan yukarı bu tuğraya uzun uzun bakar ve “Yahu! Bu ne ola ki, neye benziyor, ne yazıyor?” diye uzun uzun seyrederdik. Bunun bir insan tarafından kalemle yazıldığını bile bilmezdik.

 

Neticede İlahiyat Fakültesinde 1987 yılında seçmeli ders olarak Farsça, Osmanlıca, Dini Musiki ve Hüsn-i Hat gibi dersler vardı ve birini seçmemiz gerekiyordu. Ben tuttum Hüsn-i Hattı seçtim. İyi ki seçmişim, o gün bugündür bırakamıyorum.

 

Prof. Dr. Fevzi Günüç, ilk hat hocamızdı ve daha sınıfa ilk girişinde, bizlerle merhabalaşmasında bir başkalık, bir güzellik hissettik. Sanatın güzelliği yüzüne sirayet etmişti âdeta. O güne kadar gördüğüm en zarif insandı belki. Kamış kalemler, mürekkepler, kağıtlar getirmiş, bunları bizler için ayrı ayrı hazırladı, yazacağımız örnek harfleri fotokopi olarak dağıttı, meğerse bu harfler Rik’a harfleriymiş. Fakülte bitene kadar Rik’a meşklerini bitirmiş ve bir sene kadar da Nesih harfleri meşketmiştik Fevzi Hocadan. Hatta fakülteyi bitirirken halk kütüphanesinde bir de sergi açmıştık, benim de bir yazım burada sergilenmişti. Fakülte bitince bir yıl kadar hocaya gidemedim ama aklımdan da çıkmıyordu bir türlü yazı. Kendi kendime bir şeyler yazıyordum ama Allah’tan, iyi olmadığını fark ediyordum. Gözüm daha çok Sülüs ve Nesih yazıdaydı.

 

Sonra duydum ki, Konyalı meşhur hattat Hüseyin Öksüz bizim mahalleye oldukça yakın bir yerde, Toptancılar çarşısının camisinde cumartesi günleri ders veriyormuş. Hüseyin Öksüz, meşhur hattat Hamid Aytaç’tan icazetli, uluslararası yarışmalarda ödüller kazanmış, birçok caminin yazılarını yazmış, aynı zamanda eczacı, eşraftan şair bir babanın oğlu… Gittik tanıştık, baktık hoca güler yüzlü, esprili, mütevazı bir insan. Fevzi Hocadan Rik’a meşk ettiğimi, kendisinden de Sülüs ve Nesih yazıları meşk etmek istediğimi söyledim. Kabul etti. Sanıyorum 1991 veya 1992 yılıydı. Böylece yeniden başlamış olduk. Ben 1998 yılının Eylül ayına kadar, yani müftü olarak atanıp Konya’dan ayrılana kadar sekiz veya dokuz yıl kesintisiz devam ettim Hüseyin Hocanın derslerine. 2003 yılına kadar da mektupla ve Konya’ya gelip gittikçe devam etti bu serüven. Nihayet 2003 yılında hoca bize Sülüs ve Nesih dallarında İcazetnâme verdi, ama biz hâlâ fırsat buldukça gider yazılarımızı gösterir, müzakere ederiz. Yani icazetname alınca her şey tamam olmuş olmuyor. Bu sadece yazdığınız yazıların altına imza koyma yetkisidir, yoksa tam manasıyla ve dört dörtlük hattat olduğunuz anlamına gelmiyor.

 

Söyleşi: Ömer Yalçınova

 

Evelâhir Sayı - 9